10 / 02 / 1999
Babamın ölümünden sonra bir de Türkeş öldüğünde bir
ölüme ağlamıştım.
43 yaşında sokak ortasında gözümde yaşlarla uğurladım
Barış Manço'yu.
Levent Camii'nin bahçesinde öğle namazını ve cenaze
namazını saçları atkuyruklu gençlerle, kulağı küpeli
gençlerle, yakası Bozkurt rozetli gençlerle ve beyaz
sakallı yaşlılarla, çeşit çeşit binlerce insanla saf
tutarak kıldık.
Belki başka ülkelerden insanlar da vardı. Malezyalılar
ve Türkmenistanlılar mesela.
Galiba Çuvaş'lardı, pankart açmışlardı kortejde, sevgi
ve minnetlerini ifade ediyorlardı ve kendi bayraklarını
da taşıyorlardı Barış'ın arkasında yürürken.
Barış'ın arkasında yürümek...
Barış için yürümek...
Mecazla gerçek nasıl da iç içe geçmiş, örtüşmüş bu sözün
mânasında.
Farklı gelir gruplarından, farklı sosyal ve kültürel
yapılardan, farklı ideolojilerden oldukları belli olan
onbinlerce insan aynı anda aynı hüznü yaşıyorlardı.
Kimi tekbirlerle uğurluyordu Barış'ı, kimi alkışlarla.
Ama herkesin katıldığı Barış'ın şarkılarıydı.
Camiden otoyola birkaç yüz metreyi santim milim
yürüdük, yaklaşık bir saatte. Yanından geçtiğimiz bazı
evlerin açık pencerelerinden, sesi sonuna kaçlar
açılmış müzik setleri Barış'ın şarkılarını çalıyordu.
En çok da “Gülpembe” ve “Dağlar Dağlar”
Ve herkes, hepimiz bu hüzünlü melodilere iştirak
ediyorduk. Farklı gelir gruplarından, farklı kültür
yapılarından, farklı ideolojilerden insanlar, hepimiz
aynı şarkıyı aynı duygularla söylüyorduk.
"Barış”a yürüyorduk.
Hem bütün ömrünü Türk Milletine vakfetmiş olan
"Barış”'ın na’şına doğru, onun ardından yürüyorduk, hem
de böyle bir "asgari müşterek”te yan yana gelip, aslında
başka birçok konuda da iyi niyet taşıyan insanlar doğru
üslubu yakalarsak yan yana gelebileceğimizi, “Barış”ı
yakalayabileceğimizi görmüş oluyorduk.
Öldüğünde bile Türk insanına hizmet etmiş olmak
Barış'ın ruhuna daha bir huzur vermiş olmalı.
O ki, bütün ömrünü bir Türk Milliyetçisi olarak yaşamış
olan, içinden fışkıran Türkçülüğü şahsına yönelik
toplumsal kabulleri engellemesin diye nispeten saklı
gizli tutmağa çalıştığı halde, coşkuların zirveye
çıktığı “Gülhane Konseri”nde ve Türk'ün anayurdu olan
Ötüken yaylalarında, Tanrı Dağı’nın eteklerinde, Türk
Milletine Türk tarihinin o başlangıç yıllarını
anlatırken ideolojisini saklayamamıştı.
Evet, o bir “Türkçü”ydü.
O bütün ömrünü idealleri uğruna yaşamış bir “ülkücü”ydü.
Ne mutlu ki, Diyanet İşleri Başkanı'nın onu anlatırken
müftülerin dahi ondan örnek alabilecekleri
özelliklerinin olduğunu söyleyebildiği çok iyi bir insan
ve dini bütün bir müslümandı.
Kalabalık yüzünden cami avlusuna duvarından tırmanarak
girmek zorunda kalmıştım. Çıkışta çokça beklediğim
halde ancak kapının hemen dışında bir duvar dibinde
sıkışacak bir yer bulmuştum. Naaşı önümden geçerken de
göremedim, görenlerin ellerindeki çiçekleri üzerine
attığından anladım.
Sevgi sel olmuştu,..Duaları düşündüm. Onbinlerce insanın
bir ağızdan ona şefaat dilemesini, “Bizimki ne ki?...”
dedim kendime. “Denizde kum tanesi gibi. Asıl o kimler
için dua etmişse ne mutlu onlara. Ne mutlu Barış'ın ve
Barış gibilerin dualarını alanlara”
Bu çok kişisel bir yazı ama medyaya iki satır gönderme
yapmaktan kendimi alıkoymayacağım.
Bir müzik kanalının müdiresinin bir tartışma
programında itiraf ettiği üzre, yapımcı firmanın
kendileriyle ilişkilerine (!) öncelik vererek
belirledikleri “top 10” listelerinde pek
rastlamadığımız Barış'ın şarkılarını farklı yaş
kuşaklarından insanların hepsinin nasıl da ezbere
bildiği herkesçe görüldü.
Ve bunları tartışıp konuşanlar Banş'ın aslında bir
düşünür, bir felsefe adamı olduğunu, şarkılarını şimdi
daha dikkatle dinledikleri için yeni fark ettiklerini de
söylediler.
Aslında o, şarkılarının sözleri ile bir çok doğru ve
güzel düşünceyi zihinlerimize nakşetmişti ki
gönüllerimizde böylesine müstesna bir yer bulmuştu.
Ben onu televizyonlarda seyrederek tanımıştım taze
gençlik yıllarımda. On yıllarca televizyonlarda - daha
çok kendi hazırladığı programlarda - izleyerek ona
sevgimi ve saygımı boyuttum, onunla böyle yaşadım.
O şimdi yine televizyonlarda. Ben onu yine eskiden
gördüğüm gibi görüyorum, aramızdaki iletişim yine aynı,
tek taraflı. Bu yine var, devam ediyor, hep devam
edebilir. Öldüğünü unutursam o hep benimle yaşayabilir
Ama “raiting canavarı” izin verirse.
Son satırda yine Barış'ın Türkçülüğüne takılacağım.
Ben de bir ömrü bu uğurda yaşamış ve yaşayacak olan
insanlardan biriyim. Ama Barış'ın bu ülke ve bu ülkü
uğruna yaptıklarını yapabilmem için bana otuz-kırk daha
ömür lazım.
Unutulmasın diye bir daha söylüyorum...
O, yakın tarihin bize tanıttığı en büyük
“"Türkçülerden biriydi.”
Tanrı Türk'ü korusun ve yüceltsin! |