TÜM YAZILARI

3 Kasım Öncesi

AB İhanettir
Mavi Marmara Toplantısı
MHP Yönetimi
Özlediğimiz Duruş
İst. Günlüğü (Röportaj)

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 
 
 
 

3 KASIM ÖNCESİ


MAVİ MARMARA TOPLANTISI HAKKINDA

BÜYÜK KURULTAY Gazetesinin “Mavi marmara toplantısı”nı yorumlayan haberinden ;

“..........Sayın Bahçeli bu toplantıda sayıları az da olsa bir grubun kendisini anlamak istemediğine dikkat çekti ve bundan duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Lideri asıl üzen konunun, bu insanların yıllardan beri hareketin içinde bulunduklarını unutarak menfî propagandalara kapılma gafletine düşmeleri olduğu açık ifadelerinden anlaşıldı. Sayın Bahçeli konuyu buraya getirdiğinde kimseyi incitmek ve karalamak istemediğini, kimseyle bir meselesi olmadığını söyledi ve herkesi her zamanki gibi kucaklamaya hazır olduğunu kaydetti.Liderin önemli bir temennisi de dikkat çekiciydi. Genel Başkan, rahmetli Başbuğ'un sağlığında da benzer davranışları sergileyen bu insanların, partinin iyi yönetilmediğini ileri sürerek başka partilerin ekmeğine yağ sürme gafletinden kurtulmalarını diledi.Bu insanların isterlerse başka partilerde siyaset yapmayı tercih edebileceklerini hatırlatan Sayın Bahçeli, kimsenin kendi yolunda yürüme kararlığı içindeki MHP'yi ve mensuplarını engelleyemeyeceğini belirtti ve bu tür girişimlere asla izin vermeyeceğini söyledi Konuşması uzun alkışlarla kesilen liderin, hiçbir zaman yalnız olmadığı ve MHP'nin, kurulduğundan beri sahip çıktığı ilkeler doğrultusunda oluşan hedefe küçük bir grupla değil büyük bir kitleyle yürümekte olduğu bir kez daha görüldü. ..........”

Burada kastedilenlerden biri olmaktan tereddütüm var.

Başkalarının menfi propagandalarına kapılmış olmak benim için asla söz konusu değil.

Fakat anlamakta güçlük çektiğim şeyler var ve partinin iyi yönetilmediği kanaatini paylaşıyorum.

Ve evet, Başbuğ’un sağlığında da yanlış ve eksik gördüğü konularda düşüncelerini yüksek sesle dile getirenlerdenim.

Ama o dönemde bu kabil eksikliklere tavırlı olanlardan biri de Sayın Genel Başkan idi.

Başbuğ’un sağlığında 50’den fazla ilde “üye güncellemek” gerekçesiyle, keza Mavi marmara toplantısında hitap edilen bu nezih topluluğun büyük çoğunluğunun da, üyelik hakları “askıya” alınmıştı ve ilçelerde, yönetim kurulu üyeleri, eşleri ve kardeşleri gibi yakın çemberden oluşan 70-100 kişilerle kongreler yapılırken bunu onaylamayanlardan biri Sayın Devlet Bahçeli, yine bir diğeri bu haksızlıkları sahibi ve başyazarı olduğu “Milliyetçi Çizgi” gazetesinde net ve hatta sert bir üslup ile eleştiren Sayın Şefkat Çetin idi. Kimsenin  “hatırlamıyorum” diyemeyeceği kadar yakın bir geçmiş bu.

Bundan daha yakını ise son büyük kongre sürecidir.

Dün bu haksızlıklara itirazı olanlar bu gün yönetici iken, bütün Türkiye sathında, 10.000,  20.000, 30.000  oy alınmış ilçelerde dahi, tıpkı önceki örnekteki gibi, çoğu hareketle mazisi bulunmayan kişilerden oluşan ısmarlama 300-350 seçici ile kongreye giderlerken Mavimarmara’daki bu nezih topluluğun büyük çoğunluğu yine üye değildi.

Şimdi; muhatabı olduğunda itiraz ettiği bu haksızlıkları -tabir caizse- suyun başını tutunca kendi de yapmış olmak mı yanlış, yoksa bu haksızlıklara o gün ve bu gün karşı olmak mı yanlış ?

Bu kabil yanlışlıkları dile getirenleri gafletle veya başka merkezlere hizmet etmekle suçlayıp hatta böyle itirazları olanlara evin tek ve değişmez sahibi imişçesine kapıyı gösterip başka partilerde siyaset yapmalarını önerdikten sonra da  “kimseyi kırmak üzmek istemiyorum” demek ne kadar inandırıcı.

Şahsım adına söylüyorum; kendimi bu hareketin her samimi mensubu kadar ev sahibi hissediyorum.Benim için biryere gitmek söz konusu olamaz.Benden hoşnut olmayanların başka yerlere gitmesini istemek de hakkım değildir, biliyorum.

Benim de kimseyle meselem yok.

Her zaman dile getirdiğim gibi;

“Bizi kimin yönettiği değil bizi nasıl yönettiği önemlidir. Bizi adaletle yönetip yönetmediği önemlidir.”

Haksızlıkları ve yanlışlıkları dile getirmek, bunlara itirazı olmak her ülkücünün yalnız hakkı değil aynı zamanda vazifesidir. Bunları “engelleme gişimi” olarak isimlendirerek haksızlıklara ve yanlışlıklara itirazın önünü kesmeğe çalışmak da ayrı bir haksızlıktır.

Bu tür engelleme(!)  girişimlerine izin verilmeyeceği ise zaten iyi ve kötü bir çok örnekte görüldü.

Özgürce konuşulabilsin diye yasal dokunulmazlığı bulunan meclis kürsüsünde, vekili olduğu milletin -hiç değilse- bir kesiminin duygu ve düşüncelerini dile getiren Sayın Ali Güngör’ün hukuk ve tüzük dışı bir üslup ile partiden ihraç edilmesi en bariz örnektir.

Hele ki, daha önce bir başka siyasi partiden milletvekili seçilip yakın bir geçmişte MHP’ye geçmiş olan birinin, mazisi ülkücü hareketin şanlı mazisi ile bütünleşmiş olan birini “ibret için” böyle ağır cezalandırdıklarını söyleyebilmesi duvarlara MHP yazabilmek için kurşun menziline giren ve bir çoğu duvarlara MHP yazarken şehit olan “efsane gençlik”in yaşayan mensuplarına ıstırap olmuştur.

Bunları alkışlıyanlar ise oraya davet edilenlerden bu ifadelere muhatap olanlar değil bu haksızlıklara öncesinden teslim olup “ısmarlanmış seçiciler ve seçilmişlerden oluşan yol arkadaşları” idi.

Orada olmak, orada her söylenene zihninde sorgulamadan katılmak ve kabullenmek anlamında değildir.

Kendilerine bu hakları teslim edilmiş olsa idi orada olanların birçoklarının söyleyeceği sözler ve soracağı sorular olacağı muhakkaktı.

Konuşmanın ağırlığını teşkil eden konu, “Avrupa Birliğine kayıtsız şartsız değil, milletimizin hak ve çıkarlarını gözeterek, üniter yapımızı, toprak bütünlüğümüzü ve bağımsızlığımızı tehlikeye sokacak konularda çekinceler koyarak katılabileceğimiz” yaklaşımıydı. Bu MHP’nin seçimden önce, seçimden hemen sonra ve hükümetin ilk günlerinde dile getirdiği bir görüştü.

Aradaki yasama döneminde bu söylemle çelişen bir süreç yaşanmasına rağmen bu gün yeniden bu söylemin sahiplenilip öne çıkarılması zaten hareketin tüm mensuplarının benimsediği ve takdir ettiği bir tavır olmuştur. Bunun, seçimin telafuz edildiği bir dönemde seçmen tabanına mesaj olarak adlandırılması dahi bu memnuniyete gölge düşürememiştir.

Ama bu, sözünü ettiğimiz aradaki dönemde yapılanları ve yapılmayanları yok saymamıza yetmez.

Benim kişisel olarak en öne aldığım konu ülkenin ve ulusun geleceğini mahküm eden yasalardır.

Soruyorum ;

Ulusal egemenliğimiz konusunda kriter teşkil edebilecek “Tahkim yasası”,  “Endüstri bölgeleri yasası”,  “Petrol yasası”  ve bu mahiyetteki yasalar hakkında bütün farklı görüşlerin halkın huzurunda dile getirildiği tartışma zeminleri oluşturulmadan, hatta bunları, yasa yapma yeri olan mecliste bile tartışmadan, gizli saklı bir görüntü veren şekilde hayata geçirmek MHP’nin misyonu ile, seçim öncesi söylemleri ile, “Ülkücü Hareket”in ”tam bağımsızlık, adalet ve tam demokrasi” temel prensipleri ile örtüşür mü?

Avrupa Birliği’nin, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın çıkarılmasını sipariş verdiği ve kredilerini bunların çıkarılması şartına bağladığı yasaların bu günün zorluklarına geçici çözümler üretirken geleceği mahkûm etmesi MHP’nin ideolojisi ile bağdaşır mı?

MHP’nin diğer seçim öncesi söylemlerine de bir örnek teşkil eder mahiyette ;

Başörtüsü konusunda, MHP seçim öncesi söylemleri çerçevesinde, Üniversitelere okumaya giden öğrencileri tıpkı hastahanelere tedaviye giden hastalar gibi çalışanların tabi olduğu kıyafet yönetmeliğinden ayrı tutan, hizmeti veren ile hizmeti göreni ayıran bir yasa teklifi hazırlayıp 129 milletvekili ile meclise sunsa idi tasarı yasalaşmasa da,  MHP’nin bu gün halkın huzuruna çıktığında “bana bu kadar kuvvet verdiniz bu kadar yaptım, daha çok şey yapabilmemi istiyorsanız daha çok kuvvet verin” demek hakkı olmaz mıydı? 

Ülkeye “Adalet ve Demokrasi” vadeden bir siyasi hareketin kendi bünyesinde olması gereken demokratik bir yapı oluşturulamamıştır.

Kongre sürecinde, onbinlerce oy alınan ilçelerde, yarısı hareketle mazisi olmayan, ısmarlama 300-350 seçici ile yönetimleri belirlemek ancak kontrol güdüsü ile izah edilebilir. İleride  yapılacak bazı şeylerin ülkücü tabandan itiraz göreceği kaygusu taşınmıyorduysa bu kadar kontrol altında tutmak ihtiyacı neden olsun?!
 Ülkücüler bu günkü Genel Merkez Yönetimi’ni, aynı ısmarlama kongrelerle 50’den fazla ilde yönetim belirlemiş ve soyadı “Türkeş” olan bir Genel Başkan adayına karşı ve aynı kulvarda yarışan diğer 4 adaya rağmen başlarına getirmişlerdir. Bu yönetim, bu sebeple ülkücülere herkesten çok güven duymalıydı.

İğne deliğinden geçen bir süreçte kendilerini başa getirebilenlere neden bu zulüm yapılmıştır?

Oysa ki, ülkücüler adaletli zeminlerde kendilerini iyi yönetecek kişileri seçebilecek kabiliyettedirler.Değilseler neden devleti ülkücülerle yönetmeye talip oluyoruz?

Sadece kongre süreci değil, sonrasında da demokratik olduğu söylenemeyecek bir yönetim üslûbu kanıksanmıştır. MYK ve Başkanlık Divanı zeminlerinde de  kararların tartışılmadan kabul gördüğü bilinmektedir. Hatta alt komisyonlarda yasalar tartışılırken Ülkücü Hareket’in yetiştirdiği MHP’li vekillerin direnişleri dayatma yasaların çıkışını engelleyecek sayıya ulaşılmasına yettiğinde Genel Başkan’ın müdahil olduğunu basından izledik.

Bunları yapmak mı yanlış, bunların yapıldığını söylemek mi yanlış?

Diğerlerinden farklı olamayacaksak biz niye varız ve ölenlerimiz niye öldü?

A S A M  B Ü L T E N

U F U K  Ö T E S İ
 
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ